19 Ağustos 2009

Gülcemal vapuru

Gülcemal


Gülmeyen cemaller gülçehresinde
Üzerinde iki baca, dört direk
Limana demir atmış üzülerek
Cehennem yeri adeta Selanik
Ege denizi ağlıyor, beyaz kule üzgün
Minareler mahzun, ezanlar susmuş
Arkamda kalırken memleket
Limandaki dalgalar bile ağlıyor bugün,

Gül çehresinde gülmeyen Cemal' ler taşıyan gemi...

Onun hikayesi bir (vapur) gemiden çok daha fazlası. İnsan bir ömre neleri sığdırabilir ya bir (vapur) geminin hayatına neler sığabilir? Güvertesinde acıyı, sevinci, göz yaşını, mutluluğu, mutsuzluğu taşımış, kavuşmaya, ayrılığa kısacası bir devre tanıklık etmiş gemidir o.

1873 yılında Kuzey İrlanda' nın Belfast şehrinde tezgaha kondu, 15.07.1874' te denize indirilip seyir tecrübeleri yapıldı. 1875 yılında çalışmaya başladı. İki bacası, dört direği, ince formuyla görenlerde hayranlık uyandırıyordu. 5000 beygir gücünde 3 genişlemeli makinesi, 8 adet çift kazanlı buhar kazanı olup, 7 metre çapında dakikada 52 devir yapan pervanesi zamanın teknik harikasıydı. Günde 85 ton kömür yakıp 14 deniz mili hız yapıyordu. Toplam 1100 ton kapasiteli kömür depolarına sahip olup ilk adı Germanic tir. 1.mevki 220 yolcu kapasiteli. 2. mevkide 1500 yolcu daha sonraki tadilatta 900 kişi kapasiteli kamarası vardır (Farklılık arz eden bilgilerde vardır, inşaa edildiğinde 220 x 1.sınıf, 1500 x 2. sınıf  / 1905' ten sonra 1.750 yolcu kapasiteli 250 x 2. sınıf, 1500 x 3.sınıf) Uskurlu ilk nesil transatlantik tir. Daha öncekiler yanda çarklı vapurlardır. Bir özeliği de istenildiğinde yelkenli olarak kullanılabiliyordu. Daha sonrakilerde bu özellik yoktu.

19. ve 20. yy.da gemilere isim verilirken mitolojiden yararlanılırdı. Bu nedenle ismi Germanic olmuş aynı firmanın yaptırdığı çağdaşı olan Britanic ve daha sonra üretilen Titanic' in isimleri de bu şekilde konulmuştur.

Gülcemal olarak mübadilleri Türkiye' ye taşımasından çok önce 30 Mayıs 1875 yılında Avrupa kıtasından göçmenleri yeni kıtaya umuda yolculuklarında görürüz Germanic' i. 1875 ve 1904 yılları arasında 60.000 göçmenin umuda yolculuğuna tanıklık eder. Onların yeni bir dünya'ya umutlarını, hayallerini taşımıştır. Bu taşıma esnasında bir başarı ödülüne de layık görülür Germanic Atlantiği 7 gün 15 saat 17 dakikada 15,79 mil ortalama hızla geçen ikinci vapur oldu ve mavi kurdela ödülü aldı.

21. yıl sonra 1895' te makineleri elden geçirilmiş, hızını arttıran donanımlar eklenmiştir. 1899 yılında Newyork limanında kömür almak için demirlemiş bekleyen Germanic' in başına üzücü bir hadise gelir. Yağar kar ve buzlar Germanic' in yelken ve direklerinde birikip onun soğuk sulara batmasına neden olur. Bu limanda olması şanstır ve bir yanından rıhtıma yaşlanmış olarak kurtarılır.

1905 yılında satılmış ismi de Ottawa olmuştur. Denizlerde 1,5 milyon mil yol yapmış bu gemi 1911 yılında Türk denizleriyle buluşur. Nihat, Hamdi ve Abdurrahman beyler tarafından 25.100 altın liraya satın alındı ve Eğer müsaade ederlerse Padişah V. Mehmed Reşad' ın annesinin ismi Gülcemal' in ismini vermek istemeleri üzerine ismi gül çehresi, gül gibi güzel Gülcemal oldu.

Atatürk Gülcemal vapurunda

Gülcemal Atatürk'ü pek çok kez ağırladı.
Ve Cumhuriyet yılları... Gülcemal, Cumhuriyet döneminde de önemli görevler üstlendi. İsmet Paşa ve beraberindeki heyeti Lozan’ dan İstanbul’ a getirdi. Yine Yunanistan ve Türkiye arasında yapılan nüfus mübadelesinde aktif görev aldı. Selanik ve Girit’ten Türkiye’ye gelen mübadilleri İstanbul, İzmir ve Karadeniz limanlarına taşıdı. Mübadilleri taşıdığı bu seferler sırasında acı tatlı bir sürü olaya tanıklık etti.

Edirne’de yaşamış bir Selanikli göçmenin anlattıkları şöyle;

Asıl vatanımız Türkiye idi, bilirdik...
Ama, oralarda doğduk...
Ben Vardar Nehri kıyısında bulunan, Yenice-i Vardar'a bağlı Işıklar( Aşıklar) Köyündenim. (Şimdi ki Evropos Belediyesi Kılkış'a bağlı) Çok yeşildi köyümüz.
Anamın yaptığı mercimekli börekleri yer, oyunlar oynardık. Anam duldu. Çağlayı andırır gözleri vardı. 
(Ölene kadar bana her haliyle Selanik’i hatırlattı, bu yüzden Yeşil Gözlü Selanik derdim ona) 
Çok güzel ve çok çalışkandı. Fakirdik. Zeytinliğimiz, üzümlüğümüz yoktu. Bulgur, bulamaç yedirerek büyüttü anam bizi...

Yabancı askerler kendisinin güzelliğini fark etmesin diye kömür isi sürerdi yüzüne. Hep soğan yerdi anam. Bir yabancı erkek yanına gelince, ağzı koksun, kendinden tiksinsin diye. Öyle korkardı.
Bu yüzden en çok o sevindi Türkiye’ye gelecek olmamıza. Kendini güvende hissedecekti çünkü Türkiye !!! için;

Direği sağlam bir gök kubbe o topraklar derdi hep...
Ben sekiz yaşındaydım oradan ayrılırken. Yanımıza eşya almadan at arabasıyla yola çıktık.
Önce Selanik’e geldik. Selanik’e vardığımızda ilk defa gördüğümüz Beyaz Kule çok etkiledi hepimizi. 
Burada, diğer kasaba ve köylerden, Mayadağ’dan, Gümence’den gelip aylardır bizi götürecek olan vapuru bekleyen başkaları da vardı.
Bekledikten sekiz gün sonra Gülcemal Vapuru göründü. Uzaktan Gülcemal inşallah cemalimiz güle döner dedi anam.
Çok kalabalıktı. Vapurda hastalananlar ve ölenler oldu. Ölenler hastalık yaratır endişesiyle denize atıldı...
Önce Tekirdağ’a geldik. Sonra İstanbul’a. Köyden başka ailelerle beraber bize gösterilen yerlere baktık. Anam Boğazı görünce 

Ben buralarda duramam dedi... 
Buranın deresi çok büyük kızanlarım suya düşer.
Bugün hala hatırıma geldikçe gülerim rahmetlinin bu sözüne.

Çoğunluk ilk önce Hayrabolu ve sonrasında Kırklareli merkezine yerleştirilirken, biz Edirne’ye yerleştik işte. Bir Rum ailenin viranesiydi ilk oturduğumuz ev. Sonra değiştirdik.
Yerliler 

Yarı gavur dediler önce... 
Sonra iyi komşu olduk tabi. Derken evlendik, çocuklarımız, torunlarımız oldu. Buralara kök saldık bu sefer. Annem, 

Atatürk’ten Allah razı olsun.
Bizi o kurtardı.
Yeni bir hayat sağladı. diyordu.

75 yıllık ömrünü tamamladığında görev yaptığı sürenin yarısını Türk gemisi olarak geçiren Gülcemal'den geriye ise Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun 'İstanbul Destanı' adlı şiirinden şu dizeler kaldı:

İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir,
Anadolu'da toprak damlı bir evde
Gülcemal üstüne türküler söylenir...
Süt akar cümle musluklarından;
Direklerinde güller tomurcuklanır
Anadolu'da toprak damlı bir evde çocukluğum;
Gülcemal'le gider İstanbul'a
Gülcemal'le gelir...


Paylaş

21 Ocak 2009

Sarı Gelin

















Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları sarışın anlamına gelen Kuman adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır.

Sarı Gelin, eski çağlardan beri Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Hristiyan Kıpçak beyinin kızıdır. Bölgeye gelen Arap din adamlarından birinin aşık olduğu bu sarışın güzel etrafında gelişen efsaneler, Kars ve Erzurum yörelerinde yaşamaktadır.
Türk kültüründen etkilenen Ermeniler arasında birçok şifahî halk edebiyatı ürünümüzün yaşıyor olması, Sarı Gelin türküsünün, bir Ermeni türküsü olduğu iddiasının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bu yazıda, Çoruh ve Kür ırmakları boyunda yaşayan Kıpçak Türklerinden bahisle, onların izlerini taşıyan bir efsanenin varyantları üzerinde durulmuştur. Sarı Gelin'in bu efsaneyle birlikte, birkaç varyantını tespit edebildiğimiz bir türküye konu olması ve hatta bölgede bu adla anılan bir halk oyununun bulunması, tesadüf olamaz.

Kıpçakların bir adı da Kuman'dır. Bunlara Ruslar Polovets, Ermeniler Xartes, Almanlar Falben derlerdi ki, bu kelimelerin hepsi sarışın anlamına gelmektedir (Rasonyı-1971: 136). Kumanlarla temasa gelen üç kavim, Ruslar, Almanlar ve Ermeniler, Kumanları sadece sarışınlar diye isimlendirmişlerdir (Kurat-1992: 70).

Kıpçakların, güzel, sarışın, mavi gözlü, yakışıklı oldukları, birçok kaynakta belirtilmektedir (Kurat-1992: 70-72). Büyük şair Genceli Nizamî, İskendername adlı eserinde, Kıpçak güzelliğini dile getirmiştir. Ayrıca şairin karısı Afak/Apak da Derbentli bir Kıpçak kızıydı. Apak' ın güzelliği, şairi derinden etkilemişti. Nizamî, eserlerindeki kahramanlarda onu canlandırmıştır (Resulzade-1951: 48-49).

Kumanlar, XII. yüzyılda Gürcistan'da faaldiler. Gürcistan'ın parlak çağının başbuğu Kubasar, bir Kıpçaklıdır. Devletin, asker, maliye ve devlet işlerinde Kıpçaklar söz sahibiydiler. Kraliçe Tamara'nın damarlarında da (annesinden dolayı) Kıpçak kanı vardır (Rasonyı-1971: 145).

Selçuklu Türkleri tarafından sıkıştırılan Gürcistan, onlara karşı savunmasız ve çaresiz kalmıştı. Gürcistan Kralı, Kuzey Kafkasya ve Kıpçak Eli'nde yaşayan göçebe ve savaşçı Kıpçakları ülkesine davet etti. Bunlar arasından çıkarılan 45.000 kişilik güçlü bir orduyla Selçuklulara karşı saldırılara başladı. Gürcüler, Kıpçak ordusu sayesinde Tiflis şehrini yeniden ele geçirdiler (Berdzenişvili-Canaşia-2000: 142-143).

Sarışın, insan güzeli ve Türk ırkının en yakışıklı soyundan olan Kıpçaklar, Selçuklular tarafından ezilen Gürcistan hakimi Bagratlı hanedanını, büyük bir kudretle canlandırdılar. 1080 yılından itibaren Selçuklu ülkesi durumuna gelen Ahıska, Ardahan ve Göle dolayları, 1124'te Kıpçakların eline geçti. Gürcülerle aynı dini, Ortodoks Hristiyanlığı paylaşan Kıpçaklar, kendi hesaplarına fethettikleri Kür ve Çoruh boylarına (Ahıska, Ardahan, Artvin ve Ardanuç dolaylarına) yerleştiler (Kırzıoğlu-1953: 377). Bugün Kür ve Çoruh ırmakları boyu ile Çıldır Gölü çevresinde yaşayan halk, Kıpçakların torunlarıdır (Kurat-1992: 84).

Gürcistan'a bağlı bir beylik iken bölgeye gelen İlhanlıların da yardımıyla 1267 yılında Tiflis'ten kopan Kıpçak Atabekliği Hükûmeti, III. Murat zamanında, 1578 yılında Serdar Lala Mustafa Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşanın fethiyle Osmanlı Devleti'ne katıldı (Zeyrek-2001). Bugün Ahıska, Ardahan, Artvin ve Erzurum'un kuzey ilçelerindeki kilise kalıntıları, Osmanlı zamanında Müslüman olan bu Ortodoks Kıpçakların hatıralarıdır.

Azerbaycan'da Kür ırmağı boylarında yaşayan bir efsane, edebî eserlere de konu olmuştur. Azerbaycanlı şair Hüseyin Cavid, Şeyh San'an adlı manzum piyesinde, konusunu halk arasındaki yaygın efsanelerden almıştır. Arabistan'dan bu bölgeye gelerek İslâm dinini yaymağa çalışan din adamlarıyla ilgili bir efsanede, Şeyh San'an'ın Tiflis-Gürcü Padişahının güzel kızı Humar Hanıma karşı duyduğu aşk macerası anlatılır. Bu kız uğruna Hristiyan hayatı yaşayan Şeyh, yedi yıl sonra kızı Müslüman eder. Birlikte kaçmağa karar verirler. Bunları takip eden kralın askerleri yetişince, âşıkların dileğiyle yer yarılır, âşıkları içine alır. Âşıkların girdiği yerden kaynar sular çıkar. Kızına ve yaptıklarına üzülen kral, bu suyun üzerine bir kilise yaptırarak hatıra bırakır (Kırzıoğlu-1953: 379-380).

Ortodoks Kıpçaklardan kalan hatıralardan biri de Kars ve Erzurum çevresinde anlatılan "Şeyh San'an ile Kralın Sarı Kızı" efsanesidir. Bu efsaneyle birlikte bir de türkü, günümüze kadar gelmiştir. Türküye geçmeden önce, Ortodoks Kıpçak Türklerini Müslüman etmek için çalışan İslâm misyonerlerinin macerasını ve sarışın Kıpçak kızlarının hatıralarını yaşatan bir efsanenin iki varyantını özetleyelim:

Abdulkadir Geylanî'nin arkadaşı olan Şeyh San'an, bir bedduaya uğrayıp yolu Penek'e düşmüş. Şeyh San'an, çobanlık yapıyor, Penek padişahının domuzlarını güdüyormuş. Şeyhin nefsine ağır gelen domuz çobanlığı aynı zamanda eziyetli bir işti.

Şeyh, bu şekilde çile doldurmakta iken, Penek padişahının biricik evladı olan güzeller güzeli Sarı Kız'a da aşık olmuş. Hıristiyan kız, şeyhin aşkından habersizmiş. Bu duruma üzülen şeyh, Allah'a yalvararak kızın gönlüne kendi aşkının düşmesini dilemiş. Dileği kabul olmuş. Kız da şeyhe ilgi duymaya başlamış, hatta Müslüman olmuş. Yedi yıllık çilesi dolan şeyh, bir gün Allahuekber dağlarından tef sesi geldiğini duydu. Bu ses, çilesinin bittiğine işaretti. Meğer tefi çalan, Geylani' nin gönderdiği kırk mücahit müritmiş.

Şeyh, tef sesinin geldiği dağa doğru koşmuş. Onu gören Sarı Kız da arkasından koşup yetişmiş. Bunu gören saray halkı, durumu padişaha bildirmiş. Ordu, kaçak âşıkların ardına düşmüş. Şeyhle kız, Allahuekber dağındaki kırk müride yaklaşmış. Bu durum, Mısır'da Abdulkadir Geylani'ye mâlum olmuş. Oradan attığı teber, şeyhe ulaşmış. Şeyh, bu teberle kafir ordusuyla vuruşmaya başlamış. Penek güzeliyle kırk mürid de cenge girmişler. Kırk mürit şehit düşmüş. Şimdi onların yattığı yere Kırklar, Kırk Şehitler Mezarlığı deniyor. Dağın tepesine yetişen Şeyhle sevgilisi de tam tepede şehit düşmüşler. Bunların yattığı yer şimdi ziyaretgahtır. Buraya ağzı eğri gidenin düz geldiği, dileklerin kabul olduğu inancı yaygındır (Kırzıoğlu-1949).

Bu efsanede geçen olayların yaşandığı yer, Gürcü tarih kaynaklarında Bana olarak geçen Penek'tir. Penek, eskiden kalesi olan bir taht şehriydi. Dede Korkut Oğuznamelerinde, "Ban Hisarı" denilen yer de burasıdır (Kırzıoğlu-2000:76) Osmanlı zamanında, merkezi Ahıska olan Çıldır Eyaletine bağlı bir sancak olmuştu. Burası günümüzde, Erzurum'un Şenkaya ilçesine bağlı bir köydür.
Paylaş