08 Aralık 2015

9 Aralık 1917














Osmanlı ordusu Kudüs'ten çekilirken (9 Aralık 1917) Mescid-i Aksa'yı koruması için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan'ın yürekleri titreten öyküsü

Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa'nın merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme alır. Sayesinde haberdar olduğumuz canlı tarih âbidesini şöyle dile getirir rahmetli tarihçimiz:

Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani… Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.

Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy… İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte.

Başındaki kalpak mı, takke mi, fes m? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”

Kan mı çekti nedir. Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba” dedim.

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:

- “Aleykümüsselâm oğul…

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…

- “Kimsin sen, baba” dedim.

Anlattı ki, ben de size anlatacağım.

Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.

- “Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden…”

Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:

- “Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım”

Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi…

Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:

- “Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?”

- Elbette, dedim, buyur hele…

Konuştu:

- “Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse… Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki…

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:

- O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi, dersin…”

Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.Yıllar SonraMerhum İlhan Bardakçı bu hatırasını, TV'de anlattığında zamanın genelkurmay başkanı onu arar ve bu aziz askeri bulmak için aracı olmasını ister. Bardakçı sonra şunları yazar: Hasan Onbaşı bizdendi… O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki, göklere baş vermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk…

İlhan Bardakçı' dan alınmıştır.
Paylaş

19 Eylül 2015

Ben giderken Selanik















Bugün Thessaloniki ismiyle anılan şehir Osmanlı coğrafyacılarınca İstanbul’un bir parçası, Museviler tarafından Şehirlerin Anası diye tanımlanır. 1912’ ye kadar çeşitli ve çok kültürlü nüfusu ile kozmopolit bir özellik göstermiş, 19. yüzyılda Tuna üzerindeki Rusçuk ile birlikte imparatorluğun en modern şehri olmuştur. Burası ayrıca Jön Türk hareketinin beşiği ve Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün evini de bulunduran güzel bir Ege şehridir.

Hiç Selanik' i benden dinlediniz mi?

Ben giderken akşam oluyordu Selanik'te
Dalgalar vuruyordu sahildeki taşlara
Martılar uçuyordu gökyüzünde sessizce
İnsanların yorgun gölgeleri vuruyordu çadırlara,
Güneş çoktan gitmiş ay çıkıyordu
Akşamın karanlığı düşüyordu Selanik'e,
Arabaları çeken atların nalın sesleri
Çadırlara çarpıp geri dönüyordu.
Geminin bacasından çıkan kara dumanda
Bir mazi kayboluyordu, kocaman bir mazi,
Elveda Rumeli derken gözlerimden
Ben giderken Balkan Savaşları bitmiş,
Osmanlı çoktan bu Coğrafya'dan gitmiş.
Dil, bayrak değişmiş, beyaz kule vaftiz edilmişti.
Ben giderken mevsim bahara dönmüş,
Göçmen kuşlar çoktan gelmiş, sardunyalar açmıştı
Ben giderken mevsim bahara dönmüştü ama
Benim Sonbahar' ımdı Selanik'te…

Selanik' im Ben!

Osmanlı İmparatorluğu‘ nun ikinci büyük kenti
Mustafa Kemal’in doğum yeri, serhat şehri
I.Murad'ın kuşatıp alamadığı, Yıldırım’ ın fethettiği.
Ankara savaşından sonra Bizans’ a terk edilen,
1430’da II.Murad’ın Venedik’ ten geri aldığı,
1912 Balkan savaşında tek kurşun atılmadan
Rum’ a terk ettiği Selanik' im ben.
Beyaz kulesi vaftiz edilen, Hortacı camii kilise, Alaca imareti, Bey hamamı, mevlevihaneleriyle..
Yaşayan Türk, Rum, Yahudi ve Pomağıyla,
1917 yangınında yanan kül olan Selaniğim...
Yedi kulesi, Hamza Bey camii, Alatini köşkü,
Lüle lüle akar içimden Vardar nehri,
Ege denizi kıyısında bir inciyim
Saltanatın güzel şehri, yeşil gözlü, yadigâr-ı Selanik' im ben..

Şehirler, Benim Adım Selanik!

Şehirler vardır tarihe tanıklık etmiş. ..
Ülkelerin kaderinde, insanların gönüllerinde
Derin izler bırakıp, hafızalara kazınmış şehirler ...
İçinde Müslümanı, Yahudisi ve Urumu,
Her sokağında ayrı dili, ayrı renkleri, sesleri
Farklı farklı giyimleri yaşamış, barınmış,
Onlarla nefes alıp, nefes vermiş şehirler...
Günün her saatinde bağrındaki
Cami, Kilise ve Havralardan
Semaya ezanlar, dualar yükselmiş
Gelenleri, gidenleri görmüş, yanmış, yakılmış,
Yıkılmış minareleri, terk edilmiş, camilerin
Kimi müzeye, kimi kiliseye çevrilen,
Acı çeken, göz yaşı döken, ah edilen şehirler..
Benim adım Selanik; Yaşım iki bini çoktan geçti
Neler gördü bu yeşil gözlerim neler!
Büyük İskender' in ordularını, Roma' yı, Venedik' i, Bizans' ı, Osmanlı' yı gördüm bu toprakda!...
Tahsin paşanın bir imzada Rum'a verişini seyrettim
Çeteleri, ölümleri, gelenleri, gidenleri gördüm.
Türk'ün ahını işitti yaşlı kulaklarım,
Çalan davulları, kaynayan kazanları
Bağrıma kazılan mezarları, ağlayan insanları gördüm...
Beyaz kulenin vaftiz edilişini gördüm, ağladım..
Osmanlı'nın gidişini, Mübadele' yi yaşadım..
Küf koktum günlerce, dünyadaki mahşeri gördüm
Gülcemal' in güvertesindeki insanlarla ağladım,
Vedalarına tanıklık ettim, arkalarından
Son bir kez el salladım, ayrılığı yaşadım..
Benim adım Selanik;
Biçare insanları gördüm, sokaklarımda, Anadolu'dan gelen Rumları,
Anadolu'ya giden Türkleri gördüm. ..
Gördüm her şeyi görmesine de birde,
Türkiye'nin üzerine bir güneş gibi doğan
Mustafa Kemal Atatürk' ü gördüm!

Zafer Özkaynak

Paylaş

07 Ağustos 2015

istanbul efsanelerinden


MÖ 356 - 323 yılları arasında yaşayan zekası, bilgisi ve gücüyle dünyanın en büyük komutanlarından biri olan Makedonyalı Büyük İskender halk arasında efsanevi bir kişiliğe büründürülmüş, iki kıtayı birbirine bağlayan İstanbul Boğazının oluşumu bile halk muhalliyesinde Büyük İskender'e bağlanmıştır.

İstanbul'un üçüncü kere bina ve imar eden Makedonya kralı Büyük İskender'dir. İskender cihana baş eğdirdiği halde bugün kü Yunanistan kıyılarında yer alan Halkedonya ile Smirna'nın (İzmir) sahibi Kıdafe (Khadafia) kendisine baş eğmemişti. İzmir'deki kale harabesi ona nispet edilerek hala Kadife Kale diye anılır. İskender Kıdafe'yi merak ederek kılığını değiştirip yakından görmek maksadıyla divana vardıysa da, tanınarak yakalanmış ve hapsedilmiştir.
Kıdafe onu bir müddet mahpus tuttuktan sonra bir daha kendisine kılıç çekmeyeceğine yemin ettirilerek serbest bırakıldı. İskender, daha sonra Kıdafe'den intikam almak istediyse de yemini buna mani oluyordu. Nihayet onunla birlikte bulunan Hızır kendisine bir akıl öğretti.

O zamanlar boğaz henüz mevcut değildi. Karadeniz'in yüksekliği ise Marmara ve Akdeniz'den fazlaydı. İskender hemen yedi yüz bin kişi toplayıp askerlerini de bunlara katarak Boğazı kazdırdı. Karadeniz'den hücum eden sular Sarayburnu'nda kurulmuş olan şehirle Halkedonya'yı ve Kıdafe'ye tabi yedi yüz şehri mahvedip halkını ve askerlerini boğdu.Sular yatıştıktan sonra İskender İstanbul'u yeniden kurdu. Nitekim Septe Boğazı'nı açıp Akdeniz'le Okyanus'u birleştiren de İskender'dir.

Paylaş