Mübadele
Bir Milletin Canlı Toplumsal Hafızasındaki Travmatik Olay
Mübadele olarak geçen terim kökü Arapça’dan gelen değişim, değiş tokuş anlamına gelen bir kelimedir. Bu kelime gerek bizim gerek ise Yunanistan için sıkıntılı bir dönemin yaşandığı sürecin adıdır. Bu iki ülkede yaşayan ve bahse konu uygulamaya maruz kalmış olanlar için gelecek nesillere aktarılan bir çok acı olay ve mezara kadar gitmiş, gidecek doğulan yere özlem, hasret kalmıştır.
Onların torunları olsun gerek ise mübadeleye tabii olmamış ailelerden gelenler olsun bizim için onların ne hissettiği ve ne yaşadığı çok anlam ifade etmez, anlaşılamazda. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanılan ama bütün bir yüzyıl boyunca devam eden doğulan ve benim denilen toprağa özlem konusunu birde bizim gözümüzle yani Türklerin perspektifi ile bakmaya çalışacağım. Şunu ilk önce belirtmeliyim ki ister göç ister mübadele olsun bir insanın veya topluluğun kök salmış olduğu topraklardan ayrılması her zaman ruhsal sarsıntıya sebep olur.
Bir günlük gazetemizde mübadele hususunda bir akademisyenle yapılan söyleşide ( Sabah Gazetesi 17.11.2008 ) Anadolu Rumlarının bu süreçte çektiği sıkıntılar uzun uzun anlatılmıştır. Söyleşinin ana karakteri olan ve bu konuda görüşlerini ifade eden akademisyenimiz Anadolu Rumlarının topraklarından ayrılma sürecinin yine kendileri gibi olan karşı taraftaki Türklere göre daha sancılı ve trajik olduğunu iddia etmişti. Bunu da söyleşi içinde – Ya Türklerin çektiği sıkıntılar? – diye soran röportaj sahibine bu akademisyenimiz şöyle cevap vermektedir;
Böyle bir durum için kolektif hafızaya sahip olmak, belli bir eğitim, gelişim, sosyal ve kültürel düzeyde olmak lazımdır. Niğde’den gelen Rumlar bile çok zengin ve kültürlüydü. Türkiye’ye gelen nüfusun büyük kısmı eğitimsiz, dağınıktı.
Yukarıdaki paragraf dikkatlice incelendiğinde alaycı bir ifade, küçümseme ile bir gerçekliğin tespiti göze çarpmaktadır. Burada yapılan ilk tespitte bir mukayese görülmektedir. O da Anadolu Rumlarının gelen Rumeli Türklerine göre daha kültürlü ve sosyal olduğuna dair savı. Ben şahsen röportajı veren şahsın akademik geçmişine bakınca kendisinin kültür kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediği düşüncesine kapılmanın saflık olacağını inanıyorum. Burada kültürü yeniden tanımlayarak yazıma devam etmek istiyorum.
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre;
Tarihsel toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü olarak ifade edilir. Yine sosyolojik bir tanım olarak kültür bizi saran, insanlardan öğrendiğimiz toplumsal mirastır.
Bu durumda insanın aklına iki soru geliyor. Ya bahsi geçen akademisyen Yunanistan’dan Türkiye’ye göç eden Türklerin kültürleri hakkında bilgi sahibi değil veya art niyetli olarak onları kültürsüz, ilkel bir topluluk olarak atfediyor. Ben bu hususta iyi niyetli düşünerek birinci seçeneği yani Türk kültürüne vakıf olmadığı düşüncesini ikinci seçeneğe göre tercih etmenin daha uygun olacağı düşüncesindeyim.
Burada göç eden ve hala Yunanistan da yaşamakta olan Türklerin kültürel zenginliğini, mutfaklarını, folklorlarını, sözlü ve yazılı edebiyatlarını, giyim ve kuşam zenginlikleri gibi manevi ve maddi kültürel zenginliklerinin çeşitliliğini buraya aktararak yazımın konusunu başka bir sahaya çekmek istemiyorum. Ama meraklılarının - bilmeyenlerin başka kültürler ile mukayese etmeden önce Balkanlardaki Türk kültür çeşitlilik ve değerlerini dikkatle incelemesini tavsiye ederim.
Paragrafta gerçeklik içeren kısım ise Anadolu’dan gelen Rumların mübadil Türklere göre ekonomik anlamda zengin olması idi. Peki bunun nedeni nedir? Rumların çok akıllı, çok çalışkan, yüksek eğitimli ve kültürlü oluşlarına mı? Evet ilk bakışta bu kanıya varılsa da tarihin o kesiti nesnel olarak incelendiğinde hiç de öyle olmadığı görülecektir. Eğer bu konuda yargıya varılmak isteniyorsa Taner Timur, İlber Ortaylı ve yine Türkiye kökenli bir Rum olan Stefan Yerasimos gibi yazarların kitaplarını okumakta fayda vardır.
Aşağıya bu farklılığın yani Anadolu Rumları ile Yunanistan Türkleri arasındaki gelir farkının nereden kaynaklandığı hususunda kısa bir tarih bilgisi aktaracağım. Bu açıklamamda aynı zamanda Anadolu Türklüğünün de neden azınlıklara göre daha geri kalmış olduğu anlaşılacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun girmiş olduğu Kırım harbinin akabinde kazanan tarafta olmasına rağmen yabancı ülkelere olan borçlarını ödeyemeyeceğini belirtmesi üzerine savaştaki müttefikleri İngiltere, Fransa ile diğer Avrupa ülkeleri ona 1839 yılında yayınlaması hususunda tavsiyede bulundukları Tanzimat Fermanını güncellenmesi ve detaylandırılarak yeni bir ferman yayınlaması hususunda devleti sıkıştırmışlardır. En sonunda baskılara dayanamayan Ali paşa 18 Şubat 1856 yılında Islahat fermanını onaylar ve yayınlar. Bu fermanla azınlıklar Müslüman Osmanlı vatandaşları ile eşit haklara sahip oluyor gibi görünse de aksine durum azınlıkların lehine olacak şekilde gelişmişti.
Şöyle ki askerlik hususunda bedel ödenmesi halinde askerlikten muaf tutulacaklardı. Azınlıklar ile Türkler arasındaki davalar sözde tarafsız mahkemelerde görülecekti, Azınlık mensupları istediği kadar dini bina ve eğitim kurum açabilecek, işletebilecekti. Azınlık din adamlarına devlet maaşa bağlıyacaktı. (Bu hak Müslüman din adamlarından esirgenmişti.) Azınlık din adamlarının ve kiliselerin mülklerine hiç bir şart ile el konulamayacaktı.
Bu ve bunun gibi o günkü şartlarda aydınların ve halkın genelinin tepkisini çekmeyen maddeler daha sonra ortaya çıkacak toplumlar arası büyük ekonomik uçurumların sebebi olacaktı. Büyük bir coğrafyaya sahip olan Osmanlı devletinde askerlik çok yıpratıcı ve meşakkatli bir hizmetti. Bir yerinde muhtemel ölümünde olduğu bu askerlik görev süresi ihtiyat süresi de dahil toplamda on yıldı. O geniş toprakların sınırlarında çıkan her savaşta ve içinde çıkan her ayaklanmada oraya asker sevk ediliyordu. Askere giden bir kimsenin herhangi bir dağda veya çölde hayatını kaybetmeden sakat bile olsa görev süresini tamamlayıp evine geri dönmesi mucize mukabilinden sayılmaktaydı.
İslahat fermanı o süreye kadar Osmanlı ile iyi geçinme siyaseti güden başta İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri için siyaset değişikliğine sebep oldu. Artık borcunu ödeyemeyeceğini ilan eden Osmanlı bir sömürge ülkesi konumunda olmanın tavına gelmişti. Bu ülkeler aralarında vardıkları konsensüse göre Osmanlı devleti parçalanmasının gerektiği güne kadar müşterekçe ve birbirlerinin hakkına tecavüz etmeden sömürülmeye devam edilecekti.
Bir çok Avrupa ülke vatandaşı tüccar – işadamı Osmanlı devletine göç ederek Selanik, İzmir, Mersin, Lazkiye, Beyrut, İstanbul, İskendurun gibi liman kentlerine yerleşti. Eski tabirle Levanten denilen bu tüccar ailelerin fertleri Anadolu ve Rumeli’nin içlerine kadar giriyor, satın aldıkları ürünleri limanlara getirterek oradan Avrupa ülkelerine satılmak üzere gönderiyordu. Yine Avrupa’dan gelen fabrika ürünlerini bu yolla devletin muhtelif yerlerine göndererek satıyorlardı.
Osmanlı toplumunun yabancısı olan ve yerli halkla ciddi algı farklılıkları olan Levantenler ülke içinde rahat dolaşamıyor – arzu ettikleri ticari dolaşımı sağlayamıyorlardı. Önlerindeki en önemli engel Anadolu ve Rumeli Türklerinin gururlu oluşları ve kendilerinden farklı gördükleri bu insanlara itimat etmeyişleri idi.
Tanzimat fermanın arkasından gelen ve daha önce tanınan hakları genişleten, hatta avantajlar sağlayan İslahat fermanın ilan edilmesi ile o zamana kadar içe kapalı bir cemaat yapısı içinde yaşayan – sosyal hayatta çok dikkat çekmeyen azınlık toplumları, Anadolu ve Rumeli topraklarının içine ulaşmak isteyen Avrupalı tüccarların dikkatini çekmeye başladı. Avrupalı – Levanten tüccarlar Rum ve Ermenileri kendi hesaplarına satım ve alım yapmaları için görevlendirip, Anadolu ve Rumeli’nin en ücra yerlerine kadar göndermeye başladı. Bunlar Müslüman tabanın kendilerinden gördükleri kimselerdi, çoğunluğu ile yüzyıllara dayanan komşuluk ilişkileri vardı. Azınlık mensubu bu kompradorlar gitdikleri bölgede veya kendi yaşadıkları yerde hesabına çalıştıkları şirket veya şahıs adına hareket ediyor en uygun fiyata mal topluyor, en fahiş fiyata mal satıyorlardı. Levantenler en sonunda kendi hesaplarına çalışacak en uygun kitleyi ve kar marjlarını yükseltmenin yolunu bulmuşlardı. Artık azınlık mensupları arasından kompradorlar ( Çalıştıkları şirket veya tüccarlar adına alım – satım yapan yerli aracı. ) çıkmaya ve çoğalmaya başlamıştı.
Bu yapı o kadar hızlı gelişti ki azınlık mensubu kompradorlar Osmanlı coğrafyasının her yerinde cirit atıyordu. Müslüman üretici ve alıcılar yabancılara göre kendilerinden gördükleri azınlık kesimi ile ticaret yapmaktan çekinmiyorlardı. Zamanla güçlü bir finansa sahip olan bu kesim erkek nüfusunun büyük kısmı askerde olan Türk toplumundan ekonomik sıkıntıya giren kişi ve ailelere borç verme yoluyla tefecilik yapmakta, ödeyemeyenlerin münbit tarla ve bahçelerine el koyarak geniş arazilere sahip olmakta idiler.
Azınlıkların çoğu yükselen gelir seviyeleri sayesinde bulundukları ortam içinde ve devlet nazarında itibarlı bir iş adamı konumunda idi. Bulundukları kentlerin en mutena semtlerinde büyük konak ve saray yavrusu binalarında yaşıyorlardı. Buraya gelmişken bize konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını umduğum bir anekdotu aşağıya aktarmayı uygun buldum. Mustafa Kemal Paşa Mersini ziyaret ettiğinde kalabalık bir yerli halk kitlesi onu karşılamış büyük ve gösterişli binaların bulunduğu sahil boyunca yürümeye başlamışlardı. Yol üzerinde gördüğü büyük evlerin güzelliğinden etkilenen kurtarıcı bir binayı göstererek bu bina kime aittir diye sorunca halktan biri Agop efendinindir demiş. Paşa yanındakini sorunca başka bir ses Bogos efendinindir diye seslenmiş. Bir sonrakini sorduğunda ise Yani efendinindir denmiş. Paşa halka dönerek – Efendiler onlar bunları yaparken siz nerede idiniz? diye sorunca bir yaşlı zat ileri çıkarak Paşa hazretleri onlar bunları yaparken biz Yemenin çöllerinde, Kafkasya’nın dağlarında savaşta, Balkanda eşkıya takibindeydik demiş.
Konuya dönecek olursak Kiliselerin ve azınlık din adamlarına Islahat fermanı ile tanınan etki ve dokunulmazlık azınlık içinde bilindiğinden, o kesimle iyi geçinmek, arayı sıcak tutmak zorunlu idi. Bundan dolayı azınlık mensubu zenginler kilise ve din adamlarına yüksek meblağda yardım ediyor, vakıflar bağışlıyorlardı. Azınlık mensuplarının var oluş sebebi olarak görülen bu dini önderler himayelerindeki parayı cemaatlerinin menfaatine kullanıyordu. Okullar, hastahaneler, kiliseler açılıyor, zor durumda kalmış, fakir azınlık mensuplarına yardım ediliyor en önemlisi ise Anadolu ve Rumeli Türk toplumunda erkek iş gücü ve nüfusu devamlı azalır, düşerken azınlık mensubu gençlerin askere gitmemesi için onların askerlik bedelleri ödeniyordu. Ülkenin asli unsuru ile bu kesim arasında açılan ekonomik uçurum ve devletin aciz görünümü azınlık mensuplarını devletten daha çok hak talep etmeye hatta baskın bir milliyetçilik olgusu ile organize olarak bulundukları devletten toprak kopararak bağımsız devlet kurma ( Ermenistan ) veya başka bir ülke ile birleşme ( Yunanistan ) yolunda çalışmaya onları teşvik etmişti. Levantenlerin ve onların iş ortağı azınlıkların ülke ekonomisinde baskın rolü üstlenmeleri ve batıdan gelen ucuz fabrikasyon ürünlerinin Osmanlı piyasasına hakim olması sanayileşme sürecine girememiş olan ülkede el işi iptidai çalışan bir çok atölyenin kapanmasına sebep olmuştu. Artık Türkler aç kalmamak için üretip, satıyordu. Sürekli çıkan savaş ve ayaklanmalar yüzünden askeri harcamaların karşılanması için konulan vergiler halkta yılgınlık uyandırmış hatta bazı illerde ciddi huzursuzluklara, halk hareketlerine sebep olmuştu. Pazar ekonomisi devletin aleyhine işliyordu.
Bu süreç ile Balkan savaşına (1912 – 13) kadar devam etti. Balkan savaşında Osmanlı devleti çok kısa bir zaman içinde 125 bin km2 toprak kaybetti. Devlet yönetiminde bulunan İttihat ve Terakki yönetimi savaş müddetince gerek Anadolu’da ki gerek ise Rumeli’de ki vatandaşı azınlıklardan gördüğü hainlik ve ilgisizliği unutmamıştı. Bu azınlık sorununa bir çözüm bulmanın ve yeni bir yapılanmaya gidilmesinin gerekliliği hususunda karar almıştı. Parti en iyi çözümün ekonomiyi millileştirmekten geçtiğini ve asli unsur olarak Türklerin yeniden ticaret sahasına dönmesi gerektiğine inanıyordu. Bu amaçla çalışmalara başlandı. Önce Yunan hükümetinin destek ve teşvikiyle Yunan vatandaşı bir çok Rum’un 1890’lardan itibaren Aydın, Balıkesir illerimizin kıyı şeridine yerleşmeye başladığı hükümetçe de bilinen ve endişelenen bir gelişme idi. Ayrıca bu yerleşimciler ilerde gerçekleştirilmesi mümkün olacak olan Yunan devletinin yayılmacılık siyasetinde görev alabilecekleri tarihi yaşanmışlıklarda görülmüştü.Gerçektende buna I. Dünya savaşı sonunda teşebbüs edilmiş Ege dağlarında teşkilatlanan Rum çeteleri erkeklerinin çoğu askerde olan Türk köylerini, nahiyelerini basarak halka tacizde ve tecavüzde bulunmuşlardır. Esas maksat bölgeyi Türklerden arındırmak ve onları sindirmekti.
I.Dünya savaşı akabinde yenik kuvvetler tarafında kalan Osmanlı devleti haksız bir şekilde işgale uğramış, daha düne kadar Türkler ile komşu olarak yaşayan Rumlar gerek Yunan gerekse diğer işgal ordularının lehine taşkınlıklar yapmış, Türk yerleşim birimlerinde terör estirmiş akla hayala gelmeyen cinayet ve tecavüzler yapmışlardı. Tabi burada geneli tenzih etmek gerekir. Özellikle iç Anadolu’da yaşayan ve aslen Türk olup Türkçe konuşan Ortodokslar Karaman Türkleri milli mücadele aleyhine hiçbir olaya karışmadıkları gibi aksine Ankara hükümetini ve Kurtuluş savaşını desteklemiş bu yolda can yürekten çalışmalara katılmış, katkıda bulunmuşlardır.
Savaşın Türkiye’nin lehine sonuçlanmasının ve ulusal varlığının teyidi olan Lozan anlaşması 20 Kasım 1922’de imzalanmıştır. Aynı zamanda bu anlaşmanın belli maddeleri ile iki ülkede yaşayan ve azınlık olarak kabul edilen iki toplumunda kaderi çizilmiş oldu. Çünkü artık beraber yaşamının mümkünü yoktu. Bizde evlat onlarda kuyruk acısı vardı. Yapılanlar ve yaşanılanlar kolay kolay unutulacak şeyler değildi. Bazı tarihçiler mübadelenin ana sebebinin ülkelerin içinde bulunan yüksek orandaki farklı din ve etnik yapının o ülke için tehdit oluşturmasından kaynaklandığı savını ileri sürerler. Evet bu belki başlıca etmen ama ben bu konuda bazı iktisatçıların ileri sürdüğü başka bir düşünceye de katılıyorum. Şöyle ki; Bu mübadele kararının daha önce İttihatçıların arzuladığı ama gerçekleştiremediği ekonomiyi millileştirme çalışmasının başarıya ulaşması yolunda atılmış en ciddi adım olduğuna inanıyorum. Mübadele konusu tartışılırken bu husus da göz ardı edilmemelidir. Yeni kurulan bir ülkenin ekonomisinin azınlıkların elinde olması bir bacağı olmayan insanın sağlam koşucularla maraton koşması kadar mantıksız olurdu. Sonuçta mübadele ile hem iç güvenlik hem de ekonomi üzerine sonradan çıkması muhtemel bir çok engel ve sorundan kurtulunmuş olunacaktı. Azınlıkların, Türkiye üzerine planları olan batılı güçlü ülkelerce nasıl kullanılabileceği ve bunların bahane edilerek yeni devletin iç işlerine müdehale edilebileceği gerçeği Osmanlı pratiğinde çok trajik bir şekilde yaşanmıştı. Ayrıca Anadolu Türklüğü onca savaşın arkasından bir de Kurtuluş savaşına girmiş çok yıpranmış nüfusu koca toprak parçası, üzerinde sahipsizlik hissi uyandıracak şekilde azalmıştı. Rumeli’nden getirilecek nüfusla Ermenilerin tehcirinin akabinde gerçekleşen Rumların göç ettirilmesi ile daha da ıssızlaşmış olan köyler, kasabalar, şehirler yeniden şenlenecek, iş gücü oranı artacak ve en önemlisi yeni ülkenin kendini savunabilmesi için gerekli olan asker sayısının arzu edilen orana ulaşması sağlanacaktı.
Onaylanan Anlaşmanın koşulu gereği bir süre sonra mübadele işlemi başladı. Adalar denizinin iki yakası arasında gemiler, Trakya’da sınırın iki tarafı arasında ise trenler devamlı insan ve eşya taşıyorlardı. O günleri yaşamış olanlar iki azınlık toplumu üyelerinin birbirleri ile mukayese edildiklerinde aralarındaki farkın net olarak görülebildiğini ifade etmektedir. Bu yazıyı kaleme alanın dedesi 14 yaşında yaşamış olduğu o günler ile ilgili anılarında iki azınlık arasındaki farkını şöyle ifade etmişti;
Yunanistan sınırını geçip trenimiz Edirne istasyonuna vardığında yan hatta geldiğimiz yöne gitmek için bulunduğumuz katarın hattı boşaltması için bekleyen başka bir katarla karşılaştık. İçi bizim muadilimiz Rum mübadiller ile dolu idi. İlk dikkatimi çeken hepsinin Avrupalı kıyafetler içinde oluşları idi. Bayanlar uzun roplar giyinmiş, omuzlarında şallar başlarında siperli şapkalar ve baş örtüleri vardı. Erkeklerin üzerlerinde ise pantolon, ceket, yelek, ayaklarda iskarpin başta ise fötr şapka birkaç kişide ise fes vardı. Bizim bayanlar da ise üzerlerine aldıkları cüppeye benzeyen siyah renkte ince kumaştan yeldirme denilen bir giysi, altlarında şalvar, başlarında beyaz baş örtüsü vardı. Erkeklerimizin kıyafetleri ise başta fes, üstte yelek, belde kırmızı kuşak, bacaklarda siyah poturdan ibaret olup ayaklarımızda çarıklarımız vardı. İkinci dikkatimi çeken şey onların arasındaki genç erkek nüfusun fazlalığı idi. Bizim erkek nüfusumuz son Balkan harbine gitmiş bir çoğu geri dönmemişti. Geri dönenlerin ise ya uzuvları eksik veya aldıkları yaradan dolayı hareketleri kısıtlı idi. Sağ olup eli ayağı tutanların Balkan harbinden sonra terhis edilmediğini biliyorduk en son sağ olarak 1918 senesinde köye dönmüş olan 1916 ‘da Irak cephesinde savaşırken İngilizlere esir düşen ve iki yıl Hindistan Bombay’da bir esir kampında kaldıktan sonra ancak mütareke imzalanınca serbest bırakılmış bir kişiydi. Diğerlerinden ise köye hiçbir haber ulaşmamışdı. Köyde beş evladının hepsini Balkan savaşındaki Çatalca muharebesinde kaybettiği için çıldıran ve bütün gün köyün içinde oğullarının ismini sayıklayarak dolaşan bir kadıncağız vardı. Yani bizde erkek olarak çocukların dışında 13 – 15 yaşlarında gençler ile 60 yaşın üstü ihtiyarlar vardı. Dikkatimizi çeken diğer bir şey onların eşya olarak yanlarında götürdükleri idi. Büfeler, koltuklar, konsollar, avizeler, şamdanlar filan bizim yanımızda ise lengerler, ibrikler, bakraçlar, kilimler ve yer sofraları mevcuttu. Onlardan utandığımızı hatırlıyorum. demişti. ( Hatırlatmalıyım ki yukarıda tasviri yapılan Türkler en azından 700 yıl Rumeli’yi yönetmiş asli unsurun mensuplarının o günkü içler acısı halidir. Diğer taraf ise yine bizim 1000 yıl himayemizde yaşamış bir azınlık topluluğu.)
Şimdi yukarıda anlatılanlar çerçevesinde tekrar mukayese edildiğinde Türklerin eğitime önem vermediği ve cahil oldukları ileri sürülecektir. Bunu iddia edenler Osmanlı devletinin son 30 – 40 yılında yapılmış olan rüştiye ve idadi gibi okulların Yunan ve Bulgar orduları tarafından Balkan harbinde yakılıp yıkıldığını, sağlam olanlarına da el konulduğunu ya bilmez yada görmemezlikten gelir. O dönemlerde Rumeli ve Anadolu’da olan azınlık okulları ise hiçbir engelleme ile karşılaşmadan çalışmış, eğitimine devam etmiştir.
Bu noktaya gelmişken Atatürk’e dolayısı ile mübadillere yapılan bir iftirayı ve haksızlığı da düzeltelim. Yunanistan’dan gelen mübadillere yönelik en ciddi eleştiri onlara Türkiye’nin en güzel topraklarının verildiği ve bu hususta Anadolulu Türklerin istismar edildiğidir. Bunu kanıtlamak içinde Atatürk’ün o coğrafyanın insanı olduğu için gelenleri kayırdığı yani hemşehricilik yaptığı iddiasıdır.. Bu Atatürk’e yapılmış haksız bir iftiradır ki böyle bir olayın gerçekleşmesinin onun yüksek karakterine ne derece aykırı olduğunu yine yaşanmış bir olayı aşağıya aktararak kanıtlamaya çalışacağım.
Bir ziyaret için bulunduğu binadan çıkarken Atatürk’ün önü yaşlı bir kadın tarafından kesilmiş, kendisinin Selanik’te oturdukları semtte kapı komşuları olduklarını ve onun çocukluğunu bildiğini ayrıca annesinin de o zamanlar yakın arkadaşı olduğunu belirtmiş, oğlu için bir konuda iltimas talep etmişti. Atatürk bu talebi kibarca geri çevirerek medeni bir devletin hukuk üzerine yürümesi gerektiğini bu sebeple de kimseye kayırımcılık yapılamayacağını ona ifade etmişti. Böyle bir insanı ayrımcılık yapmakla suçlamak tam anlamı ile iftiradan başka bir şey değildir. Yunanistan’dan gelen Türklerin şansı onların Rumların ve tehcir sebebi ile Ermenilerce terk edilmiş olan yerleşim birimlerine iskan edilmiş olmalarıdır. Çünkü daha önce yukarda da vurguladığım gibi Rumların ve Ermenilerin sahip olduğu topraklar zaman içinde yükselen ekonomik imkanları ile satın aldıkları, bulundukları bölgenin işlenebilir en değerli, münbit arazileri idi. Aynı politikayı yani boşalan yerleşim birimlerine Türkiye’den Yunanistan’a göçen Rumların iskanını Yunan hükümeti de uygulamak istemiş fakat Rum mübadiller kendilerine yerleşmeleri için önerilen araziler ile Türkiye’de bıraktıkları topraklarını mukayese edince büyük bir hayal kırıklılığına uğramışlardı. Boşalan Türk köyleri dağlar içinde barınımı ve ulaşımı zor yerlerdeydiler. Ayrıca arazi olarak sadece tütün ekimine müsait tarlalar ile karşılaştılar. Onlar ise tütün ekimi hakkında hiçbir bilgiye sahip değillerdi. Ayrıca o coğrafya çok kısa bir süre önce yaşanmış olan Balkan savaşları ile sonrası olmuş silahlı çatışma ve mücadelelerinin yıkım izlerini taşıyordu. Bu sebeple bir çok Rum Türklerden kalan yerleşim birimlerinden ayrılarak Selanik, Pire gibi büyük kentlerin varoşlarına doğru yeni bir göç dalgası başlattılar.
Yazıma son verirken mübadele döneminde en çok acıyı çekenlerin yukarıda da ifade ettiğim kendileri Türk, dilleri Türkçe olan Karaman Türkleri için daha da travmatik olduğunu kabul etmeliyim. Türklerle sonu yenilgi ile bitmiş bir savaştan çıkmış olan Yunanistan’da halkın acıları taze ve Türk olan her şeye karşı tepkili idiler. Bu yüzden özellikle Karamanlılar bulundukları ülke içinde çok horlandılar ve itilip – kakıldılar. Daha doğrusu dinlerinden dolayı Türkiye, soy ve dillerinden dolayı da Yunanlılar tarafından cezalandırıldılar.
İşte tarihimizde mübadele olarak bilinen ve o sürece kadar gelen olayların serencamı bundan ibarettir.
Şunu burada belirtmeliyim ki tarihi bu günün imkan ve koşulları ile değerlendirmek, haklı – haksız tespit etmeye çalışmak yine tarihin kendisine ve gerçeklere yapılmış en büyük hakarettir. Tarihe o günün koşulları içinde bakmak ve eleştirmek gereklidir. Bu ise ancak eğitimli bir insanın metodudur diğeri ise ancak ön yargılı cahilce bir bakış açısı olur.
Okan Balcıoğlu'dan alınmıştır.