18 Haziran 2016

Seyit Ali Çabuk










Köyünde onu herkes öldü bilmektedir.
Çanakkale’den Havran’daki köyüne kadar 145 kilometreyi 13 günde yayan yürür.

Geldiğinde evine giremez. Çünkü 9 yılda belki karısı, yeniden evlenmiş olabilir. Akşamdan geldiği evini sabaha kadar göz hapsine alır. Sabah koyunları çıkarmak için gelen bir akrabası ile karşılaşır.

-Sen kimsin?
-Ben Seyidim.
-Biz seni öldü biliyoruz.
-İşte sağ döndüm. Benim hanım evli mi?
-Hayır evli değil. Bir çocuğun var içeride, çocuğu korkutursun. Bağırarak git, haberi olsun.

Kapıdan eşinin ismini seslenir. 8 yaşında bir kız çocuğu kapıya gelir. “Anne” diyor, “kapıda sakallı biri var korktum.” Annesi geliyor kapıya bakıyor ki, adamı. “Korkma kızım o senin baban.”

Ve 9 yıl sonra kızıyla böyle tanışıyor.
O kız, sonradan nine olduğunda torunlarına, “Baba deyip de bir müddet kucağına oturamazdım” der.

Kocaseyit namı, Seyit Ali Çabuk tam adı.Çanakkale’de 276 kiloluk top mermisini tek başına sırtlayıp İngiliz zırhlısını vuran kahraman.

1889'da Balıkesir'in Havran ilçesine bağlı bir orman köyü olan Manastır köyünde doğan Seyit Ali, Yörük çocuğudur.
Mavi gözlü ve ufak tefektir.
Gariban Anadolu köylüsü.
Keçi güder arada kaçak odun kömürü yapar satar.

1909’da askere gider.
1912’de Balkan Savaşı’na katılır.
1914’te Birinci Dünya Savaşı başlayınca Çanakkale cephesinde topçu eri olarak bulundu.

18 Mart1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Ali, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevlidir.
(Savaşın en kritik anlarından birinde Queen Elizabeth zırhlısından atılan bir top mermisi Mecidiye Tabyası'na isabet eder. Mecidiye Tabyası'nın pozisyonu çok kritiktir. Boğazdan geçen düşman savaş gemilerini vurmak üzere oradadır. Ve hedef alınan tabyada geriye sadece iki er ve tabya komutanı kalmıştır. Bu erlerden bir tanesi Seyit Ali Çabuk'tur.

Seyit, 276 kiloluk bir mermiyi, mataforası yani vinci bozuk olan topçu bataryasına tek başına sırtlayarak yerleştirmeyi başarır.
Ve Ocean gemisini dümen sisteminden vurmayı başarır. Ocean daha sonra sürüklenir ve Nusrat’ın döşediği mayınlardan birine çarparak batar.

Bu başarısından ötürü onbaşı rütbesine yükseltilmiş bir de ödül olarak çift tayın verilmiş.
O da bir hafta sonra kursağından geçmeyince istememiş.
Seyit Ali, 1909'da gittiği askerden, 1918'de onbaşı olarak döner.
1915’teki zaferden sonra 3 yıl daha Çanakkale’de askerliğe devam eder.
1918’de terhis olur.

Bir tek Atatürk hatırlar
Kocaseyit, harpten döndükten sonra burada köyünde kimseye savaş ile ilgili bir şey anlatmaz. 9 yılda yaşadıklarını kendine saklar. Kolay değil, yaşanan olaylar, büyük travmalar yaratmıştır muhtemelen. 1929’da Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bir açılış için Havran'a gelir. Açılıştan sonra Havran Nahiye Müdürü’ne der ki, “Burada bir Seyit Onbaşı olacaktı onu görmem lazım.”

Ancak Havran Nahiye Müdürü, Seyit Onbaşı’nın hangi köyde olduğunu bilmez. “Buluruz tabii Paşam” deyip, Edremit askerlik şubesinden Seyit’i sordurur. Manastır köyünde bulunur. Şubeden 2 jandarma görevlendirilip salınır. Sabah çıkan jandarmalar akşamüstü köye gelir. Kocaseyit, dağa kömüre gitmiştir. Jandarmalar evinin önünde akşama dek bekler. Akşam geç saatte evine gelen Seyit, jandarmayı görünce, kaçak kömür için geldiklerini sanır. Ama bozuntuya vermez. Askerlere “suçum ne ki” diye sorar. “Hayır, suçun yok biz seni bekliyoruz. Seni Paşa çağırıyor.” Seyit, sevinir.

Gece yarısı vardıklarında nahiye müdürü, Seyit’i perişan vaziyette görünce, önce onu bir güzel yıkatır, berberde saç sakal traşı yaptırır. Sabah da elbisesini verir. Atatürk’ün yanına çıktığında, biraz sohbetten sonra Paşa ‘ne istersen, iste sen büyük kahramanlık yaptın’ der.

Maaş bağlatılmasını teklif eder. Seyit Ali, “Hayır paşam" demiş, "biz görevimizi yaptık maaş için değil” der. Tek bir isteği olur Atatürk’ten, “Ben dağda kaçak odunla kömür imal ediyorum. Havran ve Edremit'te gece kaçak satıyorum. Senin emrinle o dağdaki ormancılar baltamı almasa. Rahat çalışsam, maaş da istemem”

Atatürk, nahiye müdürüne talimat verir, Seyit’e dokunulmasın diye.
Ancak iki yıl sonra yeni gelen nahiye müdürü bu emri uygulamaz, Seyit’e pek rahat verilmez.
Seyit Ali Onbaşı, bir süre daha dağda odun kömürü yapar.
Yaşlanmaya başlayınca zorlanır, Havran’da bir fabrikada hamallığa başlar.
Seyit Ali Çabuk, 1939'da 50 yaşındayken, zatürreye yakalanır ve yaşamını yitirir.
Köyündeki mezara gömülür.
Kocaseyit'in köyü, hala yoksul...

Yüze yakın torununun yaşadığı Kocaseyit Köyü (köyün adı sonradan Çamlık, 1990’da da Kocaseyit olmuştur), büyük oranda elektriksiz ve susuz.

TSK bir dönem köye de sahip çıkmış, Kocaseyit Anıtı da yaptırmış ama Ergenekon, Balyoz darbeleri sonrası onun da eli çekilmiş.Güneydoğu’dakilerden farksız köylü topraksız, koyun keçi güdüyor, ovaya yevmiyeye gidiyor.
Aynı dedeleri Kocaseyit gibi.

Kocaseyit’in öyküsü, bir yerde Türkiye’nin tüm kahramanlarının öyküsüdür.

Paylaş

16 Ocak 2016

Kırım’dan Dobruca’ya







Rus istilâsı sonrasında baskılara maruz kalan pek çok Kırım Tatarı çareyi Aktopraklar adını verdikleri Osmanlı topraklarına göç etmekte aradılar. Bir kısmı doğrudan Anadolu’ya yönelirken bir kısmı da Kırım’a yakın olduğundan Karadeniz’in batı sahillerindeki Dobruca bölgesine sığındılar. Savaşlar ve imparatorluğun Balkanlardan çekilmek zorunda kalması sonrasında Kırım Tatarları için yeni bir göç macerası başladı. Dönem dönem Türkiye’ye göç edip geldiler. Kendilerine “Bulgaristan muhaciri” dense de köklerinden, Kırım’dan, ruhlarını hiç koparmadılar. Kırım’da doğup büyümedikleri, o toprakları hiç görmedikleri halde manevi bağları hep devam etti. Bu göçmenlerden biri olan Faik Özkan’ın hayat hikayesini kendi kaleminden aktarıyoruz.

Ben İbrahim Kerim Ablay oğlu Faik Özkan. 1920’de o zamanın Romanya’sının Hacıoğlu Pazarcık vilayeti, Balçık kazası, Mumçul köyünde doğdum.

1842 doğumlu Abdülkerim adlı dedemin babası, 1800 doğumlu Ablay, babası Kırım’da vefat ettikten sonra, 1812 yılında henüz 12 yaşındayken, Kırım’ın Bahçesaray mevkiinden annesi ve komşuları ile ayrılıp, Karadeniz kıyısında olan Hacıoğlu Pazarcık vilayeti, Balçık kazası, Mumçul köyüne yerleşmişler. O zamanlar bu vilayetin olduğu yerler Osmanlı toprağıymış.

Babam İbrahim Kerim Ablay 1888 yılında Mumçul köyünde doğmuş ve 1919’da Balçık kazasından Celal kızı Cevriye ile evlenmiş; iki oğlu, iki kızı, 4 çocukları olmuş. En büyükleri olan ben 1920 yılında dünyaya gelmişim. 1928 yılında Mumçul köyünde ilkokula başladım. Sabah Romence, öğleden sonra Türkçe olarak okudum. 1932 yılında ilkokulu bitirdim. 1933 yılında trikotaj zanaatını öğrenmek için Hacıoğlu Pazarcık vilayetine bir Bulgar ustasının yanına gittim. 1936 senesinde bir trikotaj makinası alarak mesleğime başladım.

1940 yılının Mayıs ayında 2. Dünya savaşında Hacıoğlu Pazarcık ve Kapıkaliakra vilayetleri Bulgaristan topraklarına katıldı. 1940 yılının Haziran ayında Romen askeri olmam gerekirken Bulgar askeri oldum. Bulgaristan hükümeti yabancı uyrukluları silah altına almazdı. Yabancı uyruklulara bir işte çalıştırmak suretiyle askerlik yaptırırdı; ben de bir at arabası atelyesinde çalışarak askerliğimi tamamladım. O yıllarda Bulgaristan’da herşey vesika ile alınırdı. Örneğin, buğdayı un yapmak için hanedeki kişi sayısına göre vesika verirlerdi. Köyümüz 50-60 hane ve 2 hanesi Bulgar idi. Köy muhtarı resmi memur olarak atanırdı.

Bulgaristan’da diploması olamayanların dükkan açma hakları yoktu. 1942 Aralık ayında meslek diploması almak için müracaat ettim, 1943 Şubat ayında sınava çağırıldım, sınava 16 Bulgar bayanla tek erkek ben girdik. Sınav yazılı idi. Ben Bulgarca yazamam (Romanya’da okuduğum için) diye kağıdımı boş verdim. Daha sonra pratik sınav için iş kurası çektik ve ben işimi yaparak teslim ettim; çok iyi bir puan aldım. En son olarak, mülakata girdik. İlk 2 soruyu doğru cevapladım. 3. soru olarak: ‘Dükkanı açtın, ilk ne yapacaksın?’ diye sordular. Ben de temizlik yapacağım dedim ve ekledim:

‘Süpürürken çöpü kapıdan içeri doğru dükkanın ortasında toplayacağım ve oradan alıp atacağım.’

Tabii ki manasını açıklamamı istediler. Bizim bildiğimiz kapıdan içeri süpürmek, müşteriyi içeri çağırmaktır dedim. Eğer dükkanı dışarı doğru süpürürsem bu müşteriyi kovmaktır diye ekledim. Bunun sonucunda bana aferin dediler. İki Bulgar kız ile beraber üç kişi sınavı kazandık.

Bulgaristan’a 1944 yılının Eylül ayında komünizim rejiminin gelmesi ile zor günler başladı Türkiye’ye göç kararı aldık. Komünizm hükümeti köyümüzde 5 kişilik O.F komitesi kurulmasını istedi, bu komitede ben de yer aldım. Ben hem bu komitede köy işlerinde çalışıyordum hem de pek çok kişi gibi Türkiye’ye gitmenin yollarını araştırıyordum, uğraşlarımın sonunda pasaportumu aldım ve Sofya’da avukatla beraber Bulgar dışişleri müsteşarlığına kadar çıktım, mesleğimi belirterek tezgâhımı Türkiye’ye götürmek istediğimi söyledim. Olumlu cevap alamadım. Satamadığım için de bırakmak zorunda kaldım. Bu arada, 1951 yılının Ocak ayının beşinde, Bulgaristan’dan çıkış vizemi aldım. Edirne göçmen misafirhanesine yerleştik, 10 gün misafirhanede kaldık. Elimizde Bulgar parası vardı. Paramızı ne banka aldı ne de şahıslar. Paralarımı zarfa koydum Bulgaristan’daki akrabalarıma gönderdim.

1951 yılının Ocak ayının 20’sinde Ankara’nın Polatlı ilçesinin Yenidoğan köyüne barınmak için yerleştim, iş ararken Ocak ve Şubat aylarında köy bakkalından borç olarak şeker aldım, evde pişmaniye yaparak akşamları gençler kahvesinde pişmaniye sattım. Bu köyden demir yolu geçtiği için demiryollarına başvurdum. Mart ayının başında demiryollarında işçi olarak çalışmaya başladım. Mart ayının sonunda 78 lira maaş aldım.

Bir gün kısım şefi beni yanına çağırdı “çavuşun senden çok memnun, gel seni Ankara atelyesine alalım” dedi. Ben de bu işte kalıcı olmadığımı mesleğimi yapmak istediğimi söyledim. 10 ay demiryolunda çalışarak biraz para biriktirdim ve bir trikotaj makinesi almak için İstanbul’a benimle aynı işi yapan bir arkadaşımın yanına gittim. Arkadaşımla birlikte aradığım tezgahı 2. gün buldum, ama param yetişmedi. Pazarlığı yaptım. Arkadaşım da beni “bu göçmenler çok çalışkandır” diye övdü. 1400 liralık tezgâhı ayda 100 lira ödemek koşulu ile taksitle aldım ve Polatlı’ya geldim bir ev kiralıyarak tezgâhı kurdum. Eşim de bu mesleği bildiği için demiryolunda 4 ay daha çalıştıktan sonra işi bıraktım ve evde çalışmaya başladım.

1953 yılının Nisan ayında Polatlı belediyesi Cumhuriyet mahallesinde hane başına 150 m2 arsa verdi, hükümet de hane başına 1500 lira inşaat yardımı yaptı. Bu para ile evimi kendim yaptım, içine girdim. Mesleğimi evimde yapmaya devam ettim. 1954 yılında belediye göçmenlerin oturduğu yeri Cumhuriyet mahallesinden ayırdı Yeni Mahalle adını verdi. Muhtar seçimleri yapıldı. Ben aday olmadığım halde sandıktan en çok oy benim adıma çıktı. Ben doğru kaymakama gittim muhtar olmak istemediğimi söyledim. Kaymakam beni muhtar olmaya ikna etti ve 6 yıl muhtarlık yaptım. Muhtarlığım sırasında Hürriyet gazetesinde bir trikotaj makinesinin satılık ilânını gördüm. İlân İsviçre’deki bir fabrikanındı. Kupürü kestim ve Ziraat Bankası müdürünün yanına gittim. “Müdürüm, ben göçmenim. Bu ilândaki tezgâhı almak istiyorum” dedim. Müdür araştırmak için bana sen 2 gün sonra gel dedi ve gittim. Tezgâhı 2 kefille sipariş verererek bir buçuk ay sonra teslim aldım. Bir dükkan kiralayarak çalışmaya başladım.

Bu arada cebimde 75 lira biriktirerek İstanbul’a örgü ipliği almaya gittim. İplik ticareti yahudilerin elinde. Bir kaç depo dolaştım, depoların birinden iplik seçmeye başladım. Seçtiklerim kantara konuluyordu. Baktım ki çok seçmişim, “fazla geldi, şunları çıkaralım” dedim. Yahudi “kantara konan çıkmaz” dedi. Ben “dalmışım cebimdeki paraya göre alacaktım” dedim ama dinlemedi. Adresi aldı. “Paketleyin, yollayın” dedi. Ben tedirginim, kefil falan isterse tanıdığım yok, yeni gelmişim Bulgaristan’dan. Biz ofise gittik hesap çıkarmak için. 4560 lira hesap çıktı, 60 lira çıkararak verdim “kalanını nasıl ödersin?” dedi. Ben de “ayda 300 lira öderim” dedim. İlk ödeme tarihini 3 ay sonraya yaptı, kalanını aylara böldü. Kefil falan istemedi. Senetleri imzalattı.

Ben döndüm ve çalışmaya başladım. Yanıma 2 işçi kız aldım. İşçileri akşam saat 5’te gönderiyordum. Ben ise gece 2’ye kadar çalışıyordum. Siparişleri yine de yetiştiremiyordum. Bir buçuk ay sonra benim borcum kadar para birikti. Parayı cebime koydum, İstanbul’a gitim, “Yahudiye benim senetlerimi çıkar, parayı ödeyeceğim” dedim. Yahudi şaşırdı, “iplik almayacakmısın?” dedi. Alacağımı söyledim. “Hadi depoya gidelim” dedi. Tekrar iplik aldım ve hesabını yaptı 4500 lirayı ödedim. Bu hesaptan kalan kısmını önceki senetlerin tarihinden sonraya attı. Bana bir katalog verdiler “sen burdan renkleri seçerek telefonla bildir. Biz göndeririz. Sen gelme” dediler. Sonraki siparişleri katalogtan seçerek verdim. Bir tezgâh daha aldım, daha büyük bir dükkana taşındım ve yavaş yavaş işi büyütmeye başladım. Tam teşkilatlı trikotaj atelyesini kurmuştum, yanımda 25-30 işçi çalışıyordu. O yıllarda düğme bile makina ile dikiliyordu.

1957 yılında ek iş olarak zahireciliğe başlamıştım, bir un fabrikası ile anlaştım. Devamlı buğday alıp gönderiyordum. Bu arada köylerden tarla kiralayarak çifçilik ve dana besiciliği de yaptım. 1978 yılında bir hastalığa yakalandım tedavi olurken trikotaj atelyesini kapatmaya, işimi hazır giyim ve konfeksiyonculuk olarak devam ettirmeye karar verdim.

2 erkek 2 kız olmak üzere dört çocuğa sahibim, 2 oğlum da makine mühendisi. Büyük oğlum masterini İngiltere’de yaptı, küçük oğlum benim işimi devem ettiriyor. Kızlarım da üniversiteyi bitirdiler; biri fizik diğeri matematik öğretmeni oldu. Ben 1980 yılında Bağkur’dan emekli oldum, kira gelirlerim ve emekli gelirimle geçinip gidiyorum. Çok sevdiğim eşimi 2002’de kaybettim. Küçük oğlumla aynı binada oturuyorum onlarla birlikte yaşamımı sürdürüyorum. 
Paylaş